Zaman Makinası / deneme

Yaşımın küçük olduğu dönemlerde haberler kadar sıkıcı bir şey yoktu televizyonlarda. Çoğunlukla, henüz kirlenmemiş ruhlarımızla çizgi film izlerdik. Belki her çocuk için böyledir bilmiyorum ama belgesel izlemekte gayet zevkli geliyordu.

Çocukların biz yetişkinlere göre en iyi yanı yapmaları gereken işi en iyi şekilde yapmalarıdır. Mesela çocuk dediğin oyun oynar. Şayet o yaratıcılığını kaybetmediyse her şeyden oyun türetmesini bekleyebilirsiniz. Bir gün Sivas’ta durakta otobüs beklerken durağın hemen yakınında kaldırımın dibine konmuş bir boru gördüm. O borunun orada ne işi vardı? Bunu içimden sorarak görevimi yerine getirdim hemen. O sırada önümden iki çocuk geçti. Biri borunun bir ucuna geçti diğeri de öbür ucuna. Biri borunun bir ucundan bir şeyler söyledi ve diğeri de kulağını dayadı ve onu dinledi. Ardından gülerek oradan uzaklaşmışlardı. Hangimiz işimizi en iyi şekilde yapmıştık? Onlar mı, yoksa ben mi?

Buna benzer bir durumu sorularda da görüyoruz. Bugün maalesef doğru soruları soramıyor veyahut doğru soruyu sorma cesaretine sahip olamıyoruz. Fakat o gün, belgesel izlerken – muhtemelen her çocuğun aklına gelen bir sorudur – şunu sormadan edemedim: Neden balıklar diğer balıkları hayvanlarda diğer hayvanları yiyor ki? Tuhaf, ilginç ve bir o kadar da vahşi geliyordu. En nihayetinde hepsi balık veya hepsi hayvandı. Hepsinin yüzgeçleri ya da hepsinin dört ayağı varken bu şekilde bir yamyamlık niyeydi? Soru güncelliğini ve haklılığını hem o yaşlar için hem de farklı bir boyutta kıyamete kadar sürdürecek olsa da bugün o balıkların ya da dört ayaklı hayvanların neden bir diğerini yediğini daha iyi anlıyorum. O zamanlar maalesef ki kimi dört ayaklı hayvanların daha çevik ve daha güçlü kaslara sahip olduğunu, kiminin fazlasıyla büyük olduğu için kimseye zarar vermese de kimsenin dokunamadığını, zayıfların birbirleri arasında daha iyi birlik olmadıkları için sürekli kurban verdiklerini  ve kimi balıklarında aslında bir hamsiyle aynı iskelet yapısı gelişmişliğine sahip olsa bile daha güçlü çene kaslarına ve daha büyük bir bedene sahip olduğu için filmlere konu olacak kadar terör estirme hakkına sahip olduğunu o zamanlar anlayamıyordum. Hoş, aslında onların kendi doğal yaşam döngüleri içinde olduğunu anlıyorum aslında fakat anlamadığım bir şey var: Biz hangi yaşam döngüsünün içinde devinip duruyoruz?

Kurban Bayramı’nda sıla-i rahim için köye gittim. Köy biz şehirliler için bir rahatlama, doğayla tekrar bütün olma ve hamurumuzla tekrar yoğrulma fırsatıdır. Fakat bu öze dönüş kimi insanlar için özüne doğru yelken açma olsa da bazen zaman makinesinin ayarlarıyla fazla oynayıp sapiens öncesine kadar gidenleri görebiliyoruz. Bu insanlarda gözlemlediğim yetersiz eğitim olarak gözüme çarpmakla birlikte şu soruyu da sormuyor değilim: Peki o halde bugün yaşananlar ne? Bunları nasıl tanımlayacaksın?

Üniversite de şunu öğrenmiştik: Uygun bir diferansiyel denklem kullanarak bir kapı kolu mekanizması ile bir ampulün ışık verme deneyini gerçekleştirebiliriz. Çünkü her ikisini de aynı denklem ile ifade edebiliyoruz. O halde ikisini de birbirinin yerine kullanabiliriz. Açıkçası bu durumun fikirler için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Nitekim, belki zaman makinesinin ayarını fazla kaçırdığından belki de bile isteye, özünde çok ağır olan ithamlarla bir insanı hadsizce suçlayanlara denk gelebiliyoruz. Sırf çene kasları daha güçlü olduğu için veya piramidin en üst basamağını dönemin şartlarından ötürü elinde bulundurduğu için buna cüret etmek ne kadar onurlu bir insana dolayısıyla insanlığa yakışan bir davranıştır. Tabii bu davranışlarımızı sırf soyut farklılıklarımızdan ötürü yapmıyoruz. İnsan fıtratına aykırı farklılıkları tasvip etmemekle birlikte aynı davranışı somut farklılıklarımızda da gösteriyruz. Zihin dünyamızın değirmen çarklarını, kimisinin ancak kuantum fiziği kimisininse ancak tasavvufla ve belki küçük bir azınlığın her ikisiyle açıklayabileceği bir şekilde ama kesinlikle büyük bir çelişkiyle hem medeniyetin hem de geri kalmışlığın coşkun kaynağıyla döndürerek kimi zaman derimizdeki bir renk pigmentinden dolayı kimi zamansa sıradanlık atfedip kutsiyetini idrak edemediği bir kumaştan ötürü piramidin en altına sürgün edilebiliyoruz. Bir şeyi göremiyorsam o halde yoktur zihniyetiyle hareket ederek insanlığın özü sanki iki ayağının üzerinde durabilmek olduğu sanrısına kapılıyor ve aslında yavaş yavaş kendi onurumuzu törpülüyoruz.

Çirkine karşı güzel, kötüye karşı iyi olduğu gibi elbette çaresizliğe karşı da her zaman gökyüzümüzü aydınlatan bir umut vardır. O umudu kâh bilinçli kâh bilinçsiz bir şekilde çamurla sıvamaya sebep olsak da insanlar arasındaki üstünlüğün ancak insan olmakla, ahlaki güzellik ve ödevlerini yerine getirmekle olduğunun mesajını veren o umut ışığına yönelmek ümidiyle…